ELOY LOY LOY LOY...
Senemoğlu köyünün sırtlarında daha güneş doğmadan alaca karanlıkta yola çıkar,Güneşle yarışırcasına sabahın erken saatlerinde Göle'de olurdu.Yaz kış demeden bu beş on kilometre yolu yürüyerek Göle'ye gelir akşam oldu mu aynı yoldan geri dönerdi.Kar imiş,tipi imiş onun için pek fark etmezdi. Sırtına paltosunu, eline değneğini, başına tiftik külahını ve boynuna da bacısının örmüş olduğu yün atkıyı attı mı, artık Hiç bir şey onu yolundan alıkoyamazdı... Köyün çıkışında bir ezgi tutturur; bildiği bütün yanık türkülerini söyler, yolda kime rastlarsa her kese selam verir, arada bir köyüne doğru dönerek; yüksek sesle küfürler savurur, değneğini oyana buyana savurur, sonra derin bir ah çekerek yoluna devam ederdi. Çocukları sevmesine rağmen, sürekli köyünün çocukları tarafından taşlanırdı. Bazen onların ardından koşar, yakalarından tutar, elindeki değnekle vurmak ister, sonra çocuklara kıyamaz salıverirdi. O yüzden köyünde gündüz dolaşmak istemez. Sabah uyanır uyanmaz Göle'nin yolunu tutardı. Burada esnaftan topladığı yardımlarla köyüne dönerdi. Esnaflardan topladığı paraları ne yaptığı sorulduğunda, bu paralarla "annesi ve bacısına baktığını" söylerdi. Onun ıslıktan huylandığı kısa bir zaman sonra Göle'ye yayılmıştı. Çocuklar onu gördükleri zaman ıslık çalıp: "Eloy loy loy loy..."deyip onu sinirlendiriyorlardı. Sinirlenip, küplere biner, o cadde senin, bu sokak benim, takılır çocukların peşine onları saatlerce kovalar, sinirini alamayınca, elindeki değneği dükkanların duvar ve kepenklerine patır kütür bindirirdi. Bazen bizim saraç dükkânına gelir, babamla sohbet eder, üşümüş ellerini sac sobanın üzerinde ısıttır, babamın kaynattığı ıhlamur ya da demlediği çaydan içerdi. Keyfi yerine gelmişse bir de uzun hava çeker, sonra babamın verdiği bozuk parayı alır,"Allah razı olsun" der, dükkândan çıkıp giderdi. Babam, elinden geldiğince ona yardım etmeye çalışırdı. Bazen dükkâna geldiğinde bozuk para olmazdı. Babam:"Bozuk yok, yarım saat sonra gel" derdi. Kafasını tamam dercesine eğer, fakat o gün bir daha gelmezdi. Ertesi gün gelir iki günlük nasibini alırdı. Babam dükkanda olmayınca, bana bakar "dede nerde " diye sorardı. "Biraz sonra gelecek" diye korkuyla cevap verirdim. Korktuğumu anlayınca "korkma ben gidiyorum" derdi. Bazen de onun gelişini görür saklanırdım. Etrafına bakınır kimseyi göremeyince usulca bir şeyler mırıldanır, çekip giderdi. . Babamla olan muhabbetlerinden, artık ben de ona alışmaya başlamıştım. İçimdeki korkunun yerini derin bir sevgi almaya başlamıştı. Onun korkulacak bir insan olmadığını anlamıştım. Islıkla sinirlendirmeyi ise çoktan bırakmıştım. Kendisine zarar verilmedikçe kimseye zarar vermezdi Kimi zaman okul dönüşlerinde yolda rastlar, hal-hatırını sorar, Bugün nasılsın ?" derdim. Boynunu büker, kah "iyiyim" der, kah sesini çıkarmazdı.Dükkânda karşılaştığım zamanlardaysa bana manavların vermiş olduğu meyvelerden ikram etmek istediğinde, kırmamak için alır, dışarı çıktığında ise atardım. Onunla muhabbetimiz iyi sarmıştı, her geldiğinde kendisine, takılır, şakalar yapardım. "Seni Eyşe'le evlendirelim" deyince yüzünü bir tebessüm alır, gülümserdi. Bazen hamut ve eyerleri nasıl tamir etiğimi izler, kafasına yatmayanları sorar, verdiğim cevaplar üzerine anlamış gibi yapardı. Bir gün yine takıldım, babamın ona yaptığı şakaların benzerlerini yaptıktan sonra :"neden evlenmiyorsun?" dedim. Biraz düşündükten sonra "beni kim alır, hem alsa anamla bacıma bakar mı?" dedi.Bu sözleri söylerken gözlerinin dolduğu fark ettim.bir süre dükkanı derin bir sessizlik kapladı .Sorduğum soruya bin pişman olmuştum. Belki ona çok sevdiği, kara sevdaya tutulup, delirmesine neden olan birini hatırlatmış, yarasını açmıştım. Derken ilkbahar gelmeye başladı. Her yer çamur. Camiinin olduğu tepedeki karlar erimiş, bizim dükkâna doğru, küçük bir su yolu oluşturarak akıyordu. Elimde kürek, suyun yolunu değiştirmeye çalışıyordum. Birden kan revan içinde, karşı caddede eliyle başını korur vaziyette koşarak geldiğini gördüm. Arkasında on beş-yirmi çocuk... O kaçıyor çocuklar taş ve buz parçalarıyla onu kovalıyorlar. Kendini zorla bizim dükkanların olduğu araya atabildi. Çocuklar dağılıp gittiler… Çağırdım, içeri geldi. Üstü-başı çamur ve kan içindeydi. Sağ kaşı yarılmış, kafası iki-üç yerinden kırılmış, akan kanlar yüzünü kızıla boyamıştı. Hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Çocuklardan almışş olduğu taş ve buz darbeleri nedeniyle her tarafı çürük içindeydi. Kendisine yardım etmek istedim kabul etmedi. Cebinden çıkardığı bir bezle yüzündeki kanları temizledi. Sonra elini ve yüzünü yıkadı. Kendisine verdiğim cayın şekerlerini eliyle ufalayıp başındaki kırıklara döktü. Omzuyla yarık kaşındaki kanları tekrar silerek gitti. İçimde ona karşı bir acıma hissettim. Onu bu hale getiren çocukları öldüresin geldi. Ne istiyorlardı çocuklar bu Allah'ın zavallısından, ne kötülüğü dokunmuştu onlara? Sonbahar gelmişti, Demiryolu Meslek Lisesini kazanmış, Eskişehir'e gitmek üzere garaja gelmiştim. Gurbete ilk çıkışım olacağı için annem, babam ve yakınlarım da beni yolcu etmek için gelmişlerdi. Vedalaşıp otobüse bindim. Yüzümü onlara çevirip baktığımda, o arkalarına geçmiş bana bakıyordu. bir an göz göze geldik. Otobüs garajdan çıkıp hızlanınca ardından koşup yetişmeye çalıştı. Yoruldu ve son bir kez el sallamakla yetindi. Bu benim onu son görüşüm oldu. Sonra duydum, yeni gelen Alay Komutanı, ona bir iğne yaptırmış, bir daha ne sesi ne de soluğu çıkabilmiş. Bir"sufi" gibi şimdi tüter gözümde, "Eloy loy loy loy...." 1993 Yunus Akıl |
Not: bu yazı ilk olarak Göleli Gençlik Dergisinde 1993 yılında yayınlanmıştır